Araştırmacının içsel notları: toplumsal dokuya bakış
Bir sosyolog olarak ben, bireylerin ve toplulukların birbirleriyle kurdukları görünür ve görünmez bağları anlamaya çalışırken, büyük insan kayıplarının yaşandığı bir olayda yalnızca sayılarla değil, insanların dünyasının nasıl çöktüğüyle de yüzleşirim. İslâhiye ilçesinde yaşanan deprem felâketi de bunun tam ortasındadır — her bir isimsiz kayıp, bir ailenin, bir komşuluğun, bir kültürün sessiz çığlığıdır. Ama veriler sınırlıdır, belleğimiz kısmidir; bu yüzden toplumsal normlara, cinsiyet rollerine ve kültürel pratiklere odaklanarak bu kaybın arkasında yatan dinamikleri irdelemeyi seçiyorum.
İslâhiye’de depremde kaç kişi öldü?
6 Şubat 2023 tarihli büyük depremler sonrası İslâhiye ilçesinde, ilk resmi açıklamalarda yaklaşık 1 368 kişinin hayatını kaybettiği yönünde bilgiler yer almıştır. :contentReference[oaicite:1]{index=1} Bu sayı kesin ve nihai rakam olmayabilir; farklı kaynaklar farklı sayılar bildiriyor olması, özellikle kriz anlarında toplumsal kayıtların ve belgelemenin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Verilerle çalışırken bu belirsizliği göz önünde tutmak gerekir.
Toplumsal yapıların ve normların yıkımı
Deprem yalnızca fiziksel bir yıkım değildir; aynı zamanda normların, dayanışma mekanizmalarının ve günlük ritüellerin biçimini de sarsar. İslâhiye’de, geleneksel olarak güçlü komşuluk bağları ve akrabalık ağı içerisine oturan bir toplumsal yapı vardır. Bu yapı, afet öncesi dönemde “komşuma yardım etme”, “birlikte kederle baş etme”, “yanındayım” mesajlarını içerirdi. Ancak 1 368 can kaybı gibi büyük bir toplumsal yarık, bu aidiyet duygusunu da keskin biçimde incitir; sıradan bir komşuluk “şehirde bir kere selamlaşma” haline gelebilir, toplumsal ritüeller askıya alınabilir.
Ayrıca, toplumsal normlar çerçevesinde “afetten sonra ne yapılmalı?” sorusu hızla gündeme gelir: Kim enkaz altında yardım eder, kim ceset kaldırma işine katılır, kim taziye için ev açar? Bu işler geleneksel olarak belirli rollerle yüklenir; ancak kayıpların büyüklüğü bireylerin dayanıklılığını aşabilir, normların işlemesini zorlaştırabilir. Dolayısıyla İslâhiye’de, bu normatif bağlamda bir kırılma yaşandığını söylemek mümkündür.
Cinsiyet rolleri ve kültürel pratiklerdeki değişim
Toplumsal analiz açısından, erkeklerin ve kadınların afet anında ve sonrasında üstlendikleri geleneksel roller çok önemlidir. İslâhiye bağlamında erkekler sıklıkla “yapısal işlevlere” — enkaz altında arama‑kurtarma, bina güvenliği, dış lojistik destek — yönelirken; kadınlar ise “ilişkisel bağlara” — yakınlarının kaybı karşısında psikososyal destek, ev içi dayanışma, komşu ziyaretleri, geleneksel taziye kültürünün sürdürülmesi — odaklanırlar.
Bu roller, depremin yarattığı kırım karşısında yeniden biçimlenir. Örneğin bir erkek enkaz altında kayıp verdiğinde, yapısal işlev olarak üstlendiği “koruyan” pozisyon yarı yolda kalabilir; bunun sonucu olarak hem erkek kimliği hem toplumsal saygınlığı sarsılabilir. Kadınlar içinse, ilişkisel bağların yükü artar: kayıpların ardından evde kalanlar, komşularla yardımlaşma ve anma pratiklerini sürdürme sorumluluğu üstlenir. Ancak kayıpların çokluğu, geleneksel komşuluğu ve taziye ziyaretlerini zorlayabilir — örneğin “evde taziye kabul etme” ritüellerinin mekânsal imkânsızlığı, konteyner kentler ve geçici barınaklar arasında yapılmasına yol açabilir.
Bu durum, kültürel pratiklerin geçici olarak askıya alınmasına ya da yenilenmesine neden olur. İlişkisel bağların yeniden kurgulanması gerekir; ama bu yeniden kurgulama süreci belirsizlik, yorgunluk, travma içerir. Toplum bireyden bağımsız bir bağ kurmak ister; ancak kadınların üstlendiği ilişkisel yük bu bağın sürdürülebilirliğini tehdit eder.
Birey‑toplum etkileşiminin kırılma alanları
Deprem sonrasında bireylerin “ben ne yapabilirim?” sorusuyla yüzleşmesi ‘yapısal’ ve ‘ilişkisel’ rollerin çatışmasını da barındırır. Erkekler dışarı çıkıp enkaz başına koşarken, kadınlar eve dönüp kayıplarla baş etmek zorunda kalabilir. Bu durum çatışma yaratabilir: erkeklerin toplumsal alanı kamusal “müdahale” olarak kabul edilirken, kadınların alanı özel‑ilişkisel olarak kalır. Ancak felâket bu ayrımı gözetmez. Bu, toplumsal deneyimde “erkeklerin etkinlik sahasının daralması”, “kadınların sorumluluk alanının genişlemesi” gibi dönüşümlere yol açabilir.
Bu kırılma, toplumsal refah açısından da önem taşır: toplumun bir parçası olarak bireylerin etkili katkı sunamaması, normların işlememesi, güvenin sarsılması anlamına gelir. İslâhiye’de kayıpların bu ölçekte olması, o güven‑norm kültürünü zedelemiş olabilir. Ancak yeniden yapılanma sürecinde — ister taziye mekanizmaları, ister komşuluk ağları — bu normlar yeniden inşa edilebilir.
Çağrı: kendi toplumsal deneyimlerinizi düşünün
Deprem başarısızlıklarının yalnızca teknik ya da fiziksel boyutları yoktur — belki de en az onlar kadar derin olanı, toplumsal yapıların, normların, cinsiyet rollerinin ve kültürel pratiklerin nasıl sarsıldığını gözlemlemektir. Siz de kendi toplumsal deneyiminizde, bir krizde ya da büyük bir kayıpta “komşuluk”, “yardımlaşma”, “erkek–kadın rollerinde değişim” gibi kavramların nasıl işlediğini düşünün:
– Bir kriz anında siz hangi rolü üstlendiniz? Yapısal mı yoksa ilişkisel mi?
– Toplumsal normlar nasıl devreye girdi: aktivite alanı, sorumluluk, beklenti…
– Ve sonra: o rol sizin için anlamını yitirdi mi? Yeni normlar oluştu mu?
İslâhiye’nin durumu bize, sadece yıkımı değil — aynı zamanda nasıl yeniden yapılandırılabileceğini; toplumsal bağların nasıl onarılabileceğini de gösteriyor. Bu yazıyı bitirirken sizleri kendi ilişkisel ve yapısal rollerinizi, toplumsal bağlarınızı gözden geçirmeye davet ediyorum.